İkbal Çobanoğlu TÜM MAKALELERİ
Eski İstanbullular, Boğaz’ın her iki yakasında medfun bulunan Aziz Mahmud Hüdayi, Beşiktaşlı Yahya Efendi, Yuşa Aleyhisselam ve Telli Baba’nın şehri koruduklarına inanırlar. Üsküdar, Beşiktaş, Beykoz ve Rumeli Kavağı’nda istirahat eden bu evliyalar Boğaz’ın manevi bekçileridir. “Boğazın Dört Muhafızı”; Aziz Mahmud Hüdayi-Sultanlara Sultanlık Eden Sultan, Beşiktaşlı Yahya Efendi-Muhteşem Süleyman’ın Süt Kardeşi, Yuşa Aleyhisselam-İstanbul’un Sükunet Bahçesi, Telli Baba-Biraz Düş Biraz Gerçek isimli dört bölümden oluşmaktadır. Aziz Mahmud Hüdayi-Sultanlara Sultanlık Eden Sultan Yedi padişah mübarek ellerini öpmüşlerdir. Sultan Ahmed Han önünde yaya yürümüştür. 170 bin müride izin vermiştir. O, asrın kutbu idi. Hakikat sırları hazinesine ulaşmış, vasıfları hadden aşkın, hayırları ve güzellikleri binden fazladır. Aziz Mahmud Hüdayi, 1541 senesinde Ankara’ya bağlı Şereflikoçhisar’da dünyaya gelir. Arapça notlardan müteşekkil eseri Vakıat’tan bize intikal eden bilgide, ilk tahsilinin annesinin memleketi Sivrihisar’da başladığını görüyoruz. Daha sonra ilim ve irfanını arttırmak için İstanbul’a giden Hüdayi, Küçük Ayasofya Medresesi’ne girer. Medrese öğrenimini tamamladıktan sonra Sofyalı Nazırzade Ramazan Efendi’nin talebeliğine kabul edilir. Öte yandan Halveti Şeyhlerinden Küçük Ayasofya Camii Şeyhi Nureddinzade Muslihiddin Efendi’nin sohbet halkasına dâhil olur. Bu, onun tasavvuf deniziyle göz göze gelişidir. Hüdayi Hazretleri, Nazırzade’nin yanından vefatına değin ayrılmaz. Hocası 1571’de Edirne’deki Selimiye Medresesi’ne müderris olunca Mahmud da muidi -bugünkü dilde asistanı- olarak beraberinde gider. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri, önce son başkent İstanbul’a, ardından ikinci taht merkezi Edirne’ye ve nihayet Aziz Mahmud Hüdayi olacağı şehir Bursa’ya yollanır. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri aynı yıl içerisinde icazetname almış bir muit yani bir bürokrat olarak karşımıza çıkar. Akabinde hocası Nazırzade’nin Mısır ve Şam kadılıklarında naib (Şer’i mahkemelerin hâkimlerine verilen unvan) olarak vazifesini ifa eder. Nazırzade Bursa Mevleviyeti’ne getirilirken kendisi Ferhadiye Medresesi’ne atanır. Onun kişisel tarihini neredeyse baştan ayağa değiştirecek kişi Bursalı Mehmed Muhyiddin, nam-ı diğer Üftade Hazretleri’dir. Hüdayi, şehre geldiğinden beri bu büyük kametin Kaygan Camii’ndeki vaazlarının takipçisidir ve gönlünü kürsüden sarf edilen sözlerle kalaylar. Hüdayi’nin “gam ve bela mesleği” olarak anladığı naipliği terk edişini Osmanlı Türkçesinin nahifliğiyle anlattığı rivayet edilir: “Evvelce muhtelif beldelerde naiplik yaptım, hiç kimse üzerimize bir nokta koymadı. Neticede, biz kendimize bir nokta ilave ederek naip iken taib olduk.” Onun mevki sahibi biriyken kendisini tövbekâr olarak nitelendirmesi bir şeyler söylüyor olsa gerek. Kadı Mahmud, Aziz Mahmud oluyor… Mahmud Efendi, evlenme, boşanma, nafaka, miras gibi kamu hukukunu kapsayan hemen her işe bakan ve hüküm veren bir kadı olarak şehrin en popüler kişilerindendir. Şehrin kalesi Ulu Cami’nin üç kapısı var malum… İşte caminin batı tarafından bulunan Mahkeme kapısı, Hüdayi’nin Bursa kadılığı yaptığı demlerde davaları gördüğü Vaziye (Mahkeme) Medresesi’ne bakar. Şimdi şehrin katmanlarından sızıp gelen şu hikâyeyi ikinci zamanın izinde takip edelim: Ahaliden biri -Mehmed Şemseddin Mısri, Hisar’dan bir zat diyor- her sene hacca gitmek ister; fakat ona kutsal toprakları görmek bir türlü kısmet olmuyordur. Bu sebepten ötürü de hanımıyla tartışma halindedir. Öyle ki bir ara yine bir kavga sırasında eşine: “Bu sene de hacca gidemezsem üç talakla seni boşayacağım.” der. Nitekim mevsim gelir, kafileler yola düzülür. Amca, yine Bursa sokaklarında gidenlerin arkasından bakakalır. Dostlarından biri, derdini Üftade Hazretleri’ne açmasını tavsiye eder. Hazret’in huzurunda yana yakıla ıstırabını anlatan amca, Şeyh’in şu sözleri ile teselli bulur: “Haydi! Bizim Eskici Mehmed Dede’ye git. Bizden de selam söyle.” Amca, dedeyi bulur ve derdini anlatır. Dede, kendisini, ‘’Gir içeriye.’’ diyerek dükkânına davet eder. Eskici, tayyimekan(kuantum mekaniği) yoluyla göz açıp kapayıncaya kadar adamı Hicaz’a götürür. Mutluluk ve şaşkınlık içinde Kâbe’yi tavaf eden amca, Bursalı hacılarla da görüşür. Arafat’a çıkıp Mina’ya giderler ve Hac tamam olur. Mehmed Dede, ol kişiyi yine aynı usulle yeniden Bursa’ya getirir. Amca, elinde hediyelerle doğruca evine gider; fakat hanımı kendisine kapıyı açmaz. Karısına yeminler ederek Hicaz’dan geldiğini söyler; ama kadın bırakın inanmayı kocasının delirdiğine hükmeder. Kadın, akıl salahiyetini kaybettiğini düşündüğü kocasından boşanmak için kadıya başvurur. Olayı tetkik ettiren Kadı Mahmud, hali hazırdaki tek şahit olan Eskici Dede’yi dinler. Ona böyle bir hadisenin nasıl olabileceğini sorduktan sonra bu olayın ispatının kabil olmayacağını beyan eder. Tam burada Mehmed Dede’nin yönelttiği soru, filmin başladığı yerdir aslında: “Yüce Allah’ın huzurundan kovulmuş lanetlenmiş şeytanın bir anda dünyanın bir ucundan diğer ucuna gittiğine inanıyorsun da Allah dostlarının bu seyahatlerine neden itimat etmiyorsun?” Bu çıkışla ruhunda alaboralar meydana gelen Kadı Mahmud, Bursalı hacıların avdet etmesi kararını alır. Hacılar, birkaç ay içinde şehre geri dönerler. Bu arada onları, yakınlarının yanı sıra kadının askerleri de bekliyordur. Bursalı hüccac, adamın kendilerinden önce şehre geldiğini görünce şaşırırlar. Hepsi de kadının huzurunda, bu adamın Hicaz’da bulunduğuna ant içerler. Kadı Mahmud, bu andan sonra Eskici’ye büyük hürmet gösterir ve O’na talebe olmak ister. Mehmed Dede, kendi vazifesinin buraya kadar olduğunu belirterek onu kerametin arkasındaki isme Üftade Hazretleri’ne yönlendirir. Kitapta beni en çok etkileyen, daha önce bilmeme rağmen okuduğumda tekraren çok etkilendiğim kısım Hocası Üftade Hazretleri’nin, “Azizim Mahmud, bu su, odun ateşi ile değil kalp ateşi ile ısınmış, bizi de yaktı.” dediği bölüm. Mutlaka okumalısınız… Mahmud olarak geldiği, Kadı Mahmud olduğu, Aziz Mahmud kıyafetiyle yeniden doğduğu dünyadan; “Günler gelip geçmektedir Kuşlar gibi uçmaktadır Ehl-i fesadın yeri nar Ehl-i salah uçmaktadır” dizelerinin gölgesinde, arkasında otuz civarında eser, altmışa yakın halife, Canım Evliya’nın tespitiyle 170 bine yakın mürit bırakıp SAHİB-İ ZAMAN olarak 1628’in Ekim’inde vefat eder. Edeple gir Azizim, türbe-i pak Hüdayi’dir. Şeyh’in huzurundan Sultan Ahmed ile muhabbeti esnasında sevenlerine ettiği dua ile ayrılalım isterim: “Sağlığımızda bizi, vefatımızdan sonra kabrimizi ziyaret edenler ve türbemizin önünden geçtiğinde Fatiha okuyanlar bizimdir. Bizi sevenler denizde boğulmasın, ahir ömürlerinde fakirlik çekmesinler, imanlarını kurtarmadıkça gitmesinler, öleceklerini bilsinler ve haber versinler…” Beşiktaşlı Yahya Efendi’nin hayatının anlatıldığı ikinci bölüme büyük ihtimalle hepimizin bildiği bir hikâye ile başlamak isterim. Sultan Süleyman, saltanatının ilk yıllarında Topkapı Sarayı’nın avlusundaki meyve ağaçlarını karıncaların istila ettiğini görür. Bunları kırdırmak ister; fakat sonunda ölüm olduğu için meseleyi Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’ye danışır. “Ağacı sarmış olsa eğer karınca, Zararı var mıdır karıncayı kırınca?” Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi ise cihan padişahına şık bir cevap verir: “Yarın divanına Hakk’ın varınca, Süleyman’dan alır hakkın karınca” Yahya Efendi işte böyle bir âlimin istikametinde yol alır, terbiyesini tamam eder. Hocasının dar-ı bekaya irtihali sonrasında ise Canbaziye Medresesi’ne müderris olarak tayin edilir. Bilinen bu ilk resmi görevinin ardından çeşitli medreselerde de hocalık yapar. Nihayet, 1553 senesindeki bu tarih, Şehzade Mustafa’nın şehit edildiği zamanlarda Fatih’teki Sahn-ı Seman Medresesi’nde vazifesine başlar. Şehzade Mustafa’nın şehit edilmesinin ardından annesi Mahidevran’ın Saray’dan Bursa’ya gönderilmesi Yahya Efendi’ye çok dokunur. Kardeşine bir dilekçe yazar. Saraya alınması gerektiğini uygun bir dille anlatır. Ancak kurduğu cümleler, sütkardeşi ile arasının açılmasına sebep olur. Kanuni, Yahya Efendi’yi görevinden azleder. Elli akçe ile emekliye sevk edildiğinde “Sultanların vefası yoktur.” sözünün gerçekliğini iliklerine kadar hissetmiş oldu. Şeyh, meşhur tarihçimiz Gelibolulu Ali Mustafa’nın naklettiği rüyada, veli bir zatın işaretiyle Akdeniz ile Karadeniz’in birleştiği Boğaz’ın kenarında, Hz. Musa ile Hızır’ın buluştuğu yer olarak kabul gören ve Hıdırlık adının verildiği mahalle dergâhını kondurur. Yıldız tepesinden Boğaziçi kıyısına kadar kesintisiz uzanan arsada kendisi bizzat bu inşaatta amelelik yapar. Yahya Efendi, kabrini daha hayatta iken hazırlatır ve buraya Mecmaü’l Bahreyn yani iki denizin birleştiği yer ismini verir. Dolayısıyla yerleştiği Beşiktaş sırtlarını, Kur’an-ı Kerim’deki Hızır ile Musa Aleyhisselam’ın buluştuğu yer olarak benimser, öyle tasvir ve tabir eder. Kanuni Sultan Süleyman, bir gün Boğaziçi’nin el değmemiş letafetini temaşa etmek için gezintiye çıkar. Ortaköy’e gelince, kıyıya yaklaşır. Yahya Efendi, bir dostuyla sütkardeşinin kayığına biner ve serin sularda yol almaya başlarlar. Bu esnada Hazret’in ahbabı devamlı surette Muhteşem Süleyman’ın yüzüğüne bakmaktadır. Durumu fark eden cihan padişahı, yüzüğü çıkartarak “Buyurun, daha yakından bakabilirsiniz.” der. Adam da yüzüğü alır, evirir, çevirir, bir müddet inceledikten sonra denize fırlatır. Yahya Efendi hariç herkes hayretle adama bakar. Ancak kimse bir şey söylemez. Biraz sonra Hazret’in dostu inmek istediğini söyler ve kayık kıyıya yanaşır. O zat, tam ineceği sırada denizden bir avuç su alır ve Kanuni’ye uzatır. Padişah bir bakar ki az önce adamın denize attığı yüzük avucundadır. Bu ana yine Yahya Efendi haricindeki herkes hayret eder. Kanuni, “Ağabey, ne oluyor Allah aşkına?” der. Şeyh de “O gördüğümüz Hz. Hızır’dı. O kendini tanıttı ama siz tanımakta geç kaldınız.” der. Bugün hala denizcilerin, türbesinin önünden geçerken selamladıkları Yahya Efendi, şehr-i İstanbul’da bir geleneğin devamına el veriyor. Söz Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Ölüm, yalnız burada korkunç değildir” dediği Muradiye’yi izlerken yazdığı şu satırların olsun: “Nasıl piştin, Hangi ateşte ve hangi alevden geçerek? Ben ki senelerden beri hiç durmaksızın yanıyorum; lakin hâlâ çiğim…” Yuşa Aleyhisselam Yuşa Aleyhisselam ve ismi ile müsemma tepenin ortaya çıkışı, Yahya Efendi’nin gördüğü rüya sonrasına tesadüf eder. Şeyh Efendi, inzivaya çekilmek için kayıkla Anadolu Kavağı’na gidiyordur. Yine bir Kavak ziyaretinde kendisine ulu bir zat görünür ve “Ben Yuşa Peygamber’im ve şu tepede yatıyorum. Gel, yerimi bul ve beni ziyaret et.” der. Yahya Efendi, gördüğü düşü tevil eder ve kendi kendine Hz. Yuşa’nın kabrinin Filistin topraklarında olduğunu söyler, böylece işaret edilen tepeye gitmez. İkinci gece aynı rüyayı yeniden görür. Bu sefer de “Niçin gelmedin? Yarın gel ve beni ziyaret et!” der. Bilinçaltı akışından dolayı aynı rüyayı gördüğünü düşünen Yahya Efendi, yine tepeye gitmez. Üçüncü gece, Hz. Yuşa’nın hitabına maruz kalır ve kulağına aynı sözler fısıldanır. Yahya Efendi bunun üzerine sabahtan tezi yok müritleriyle birlikte tarif edilen tepeye gider. Keşif yapan Yahya Efendi, koyunlarını otlatan bir çoban görür. Ona, “Kaç zamandır burada çobanlık yapıyorsun?” diye sorar. Çoban da: “Peygamberlik mesleğini on yıldır yaptığını söyler.” Yahya Efendi, Çoban’a bu süre zarfında olağan dışı bir şeye rast gelip gelmediğini sorar. Çoban da üzeri yemyeşil otlarla kaplı yeri gösterir ve koyunların bu ot birikintisinden hiç yemediğini belirtir. Yahya Efendi, bunun üzerine yeşillik alanı işaretler, ardından bu yere tahmini bir akam-türbe kondurulur. Hz. Yuşa’nın kabrinin uzun olmasının hikmeti, mezarın nereden başlayıp nerede bittiğinin net olarak tespit edilemediği içindir. Saygıda kusur olmaması adına on yedi metre içindeki her birim türbenin olası parçası kabul edilir. Yuşa, İsrailoğulları’na, Hz. Musa’nın vefatından sonrası gönderilen bir peygamberdir. Yusuf neslinden Nun’un oğlu olarak biliniyor. Annesi Hz. Musa’nın kız kardeşi. İsminin İbranice anlamı “Kurtuluş” demek olan Yuşa’nın doğum yeri tevatüre göre Mısır’dır. Adı Kur’an-ı Kerim’de zikredilmemesine rağmen müfessirlere göre iki yerde ‘’gizli özne’’ olarak açığa çıkar. Maide Suresi’ndeki “Allah’ın kendilerine nimet bahşettiği iki kişiden biri ve Kehf Suresi’nde işaret edilen “Musa’nın genç yardımcısı”dır. Bu bölümü Hacı Osman Efendi’den şu notla bitirmek isterim: “Size bir şey anlatacağım. Ben size Yuşa (a.s.) burada değil demiştim. Fakat geçen gün misafirlerim geldi. Onlarla beraber Yuşa Tepesi’ne çıktık. Takriben 300 metre beriye geldiğimizde arka kısımdan hafif bir ses işittim. Geriye döndüğümde kabirden bir kol çıkarak elinin enseme dokunduğunu gördüm ve yere kapaklandım. Sonra hata ettiğimi anladım. Bunu size böylece anlatıyorum. Haberiniz olsun.” Telli Baba Biraz düş biraz gerçek… Elinizdeki kitapta anlatılan evliyalar arasında hakkında en az bilgi bulunan kişi kuşkusuz Telli Baba’dır. Telli Baba’nın kabri düş ile gerçeğin çiçeklendiği Yuşa Aleyhisselam’ın karşısında Rumeli Kavağı’ndadır. Muzaffer Efendi’den nakille: Bu zât-ı muhteremin Fatih Sultan Mehmed Han’la beraber İstanbul’un fethine iştirak eden veliyullah safında bulunduğu serdediliyor. Bir diğer söylence ise III.Selim ile II. Mahmud saltanatlarında yani 1806-1812 yılları arasında cereyan eden Osmanlı-Rus Harbi günlerine uzanıyor. Buna göre, suyun ateşi söndürmediği demlerde, Telli Baba dervişleriyle birlikte düşmana karşı koymak maksadı ile şimdi türbesinin bulunduğu yere gelir. Söylenceye göre kendisine bir zaviye yaptırıp Boğaz’ın bu hâkim noktasına yerleştiği, o günden itibaren vatan bekçiliği göreviyle İstanbul’u koruduğudur. Telli Baba’nın hayatı hakkında çok bilgimiz yok hatta gerçek adını bile bilmiyoruz. Ancak kendisine “Telli Baba” denilmesinin hikmeti şöyle yer buluyor halkın dilinde: Kadiri Tarikatı’nın bir kolunda şeyhlerin taçları yani başlarına sardıkları tarikat sarıkları, üzerine gelin teli takılırmış. Bir başka deyimle diyor Muzaffer Özak, “İklim-i Rabbani arusu yani gelini olurlardı. Bu zât-ı şerif de tacı üzerine bu şekilde gelin telleri takmayı alışkanlık edindiğinden asıl ismi unutulmuş ve Telli Baba ismi ile anılmıştır.” Mazi, hatıraların evi olmasının yanı sıra halen konuşan bir coğrafyadır. “Boğazın Dört Muhafızı” isimli kitap özetimi aslında kitabın başında Walter Benjamin’in arkada kalan hayatın, kendisini kurtuluşa yönelten gizli bir dizini de beraberinde taşıdığını söyledikten sonra sorduğu şu sorularla bitirmek isterim: “Zaten bizden öncekilerin içinde yaşadıkları havadan hafif bir esintiyi biz de duyumsamaz mıyız? Kulak verdiğimiz sesler içerisinde, artık susmuş olanların yankısı yok mudur? Böyleyse eğer o zaman geçmiş kuşaklarla bizimkinin arasında gizli bir anlaşma var demektir. O zaman demektir ki bizler bu dünyada beklenmişiz.”
Comments